Deniz Yüce Başarır – Henüz 17 yaşında bir genç kızsınız. Babanız “Kırlangıç” adını verdiği bir şiir yazıyor. Yan yana bir çift kırlangıç. Özgürlüğe uçuyorlar. Hayatın son demlerine geldiği hissini taşıyor kırlangıçlardan biri. “Göçünce kim anar?” diyor, “Birkaç önemsiz dize, birkaç oyun tozlu perdeler arkasında.” Çok şey yapmadığını düşünüyor hayatta; yazdığı şiirleri, oynadığı oyunları, binbir emekle çıkardığı dergileri, kitapları, arkadaşlarıyla el ele verip kurdukları o tiyatroyu falan neredeyse yok sayıyor. Ama bir umudu var geleceğe dair: “Bu iki kırlangıç gibiyiz ölümlü ve naif/ Bir insan onurunu/ Bir özgürlüğü/ Bir de sevmesini öğrettik yavrumuza/ Çelimsiz kanatlarına aldırmadan/ Doğru bildiği yönde uçmasını//Hepsi o kadar.”
Bu şiiri yazdıktan üç yıl sonra da, hayatın tüm anlamsızlığını o küçük kırlangıç yavrusunun sırtına yükleyip ya da çelimsiz kanatlarına mı demeliyiz, çekip gidiyor dünya üstünden. Beklenmedik bir şekilde, talihsiz bir kaza yüzünden. Şiir yazıldığında 17 yaşında olan kız 20 yaşında artık, üniversiteye yeni başlamış. Kulağında özgürlük, sevmek, çelimsiz kanatlar sözcükleri dolu dolu çınlıyor. Doğru bildiği yönde uçmanın hayattaki tek hedefi olduğunu düşünüyor. Babası demiş çünkü. Karşısına alıp “Bak kızım, hayat…” diye başlayan bir konuşma yapmamış belki. Ama şiir kendisinden ne beklendiğini anlatmıyor mu yeterince açık bir şekilde? Kim olması gerektiği belli değil mi işte? O reklamlardaki özgür kız yoktu daha, kırlangıç yavrusu vardı. Elinde gitarı falan da yoktu kızın, sadece çelimsiz kanatları vardı.
Şiire meyletmiş önce
Sondan başladım. Ama aslında doğduğum günden beri babamın şiirleri vardı hayatımızda. Babama şair demezdik, o da demezdi. Çünkü aslen oyuncuydu o. Ya da şöyle mi demeli: medarı maişet motoru tiyatroyla dönüyordu. Ama sık sık ilham gelir notlar alırdı, şiirleri birikirdi bir yerlerde. Eski şiirlerini okurdu zaman zaman. Hatta “Gölge”yi ben de ezberlemiştim daha küçücükken. Birlikte okurduk ezberden. Bir dize o, bir dize ben. Ben de teşvik edilirdim yazmaya. Özenirdim onun ilham perilerine, boyuma posuma göre periler uydururdum ben de. Benimkiler küçüktü, kıvırcık saçlı kız çocuklarıydı. “Şiir geldi” diye atlayıp yataklarına, yazdırırdım ona. Bir şiir defterim bile vardı. “Kelebekler kışın uçmaz” başyapıtımdır bana sorarsanız. Şiir bu kadar. Başyapıt meselesi de espri elbette.
İlk şiiri 1948 yılında Kaynak dergisinde yayımlanmış. Şiirlerini Kâmran S. Yüce olarak imzalıyor babam. Oyuncu olarak tanıyanlar için yok o ‘S’ hiç ortada, Sıtkı’nın S’si. Henüz 15 yaşındayken kaybettiği babasının adı Sıtkı. Tarihi en eskiye dayanan şiirlerinden biri de Rahmetli Pedere Mektup “Ne olur baba/ Yine eskisi gibi/ Halimizi sorsana” diye bitiyor. Babasızlık, genç yaşta üç kız kardeşi ve annesinin sorumluluğunu üstlenmek erken olgunlaştırmış onu. Ama bu sorumluluk duygusu tutkularının peşinden gitmesine de engel olmamış. Şiire meyletmiş önce, sonra da tiyatroya. Hukuk Fakültesi’ni terk edip, Küçük Sahne’de almış soluğu. Bir yandan şiirlerini yazmış bir yandan Muhsin Ertuğrul’un yönetiminde ve hocalığında tiyatroyu öğrenmiş, oyuncu olmuş.
‘Ne o ne öteki olmak!’
Başar Başarır’ın, yani pek sevdiğim hayat arkadaşımın, emeğinin ürünü olan (Babamın kitaplarda yer alanlar dışında dergilerde, dosyalarda kalmış tüm şiirlerini de bulup çıkardı ve bir araya getirdi), Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Dünyaya Sevgilerle”nin ön sözünde Hilmi Yavuz, babamın ‘Garip akımının hükmünü sürdürdüğü yıllarda’ yazmaya başlamasına rağmen bu gruba dahil olmadığını, İkinci Yeni döneminde de bağımsız kalmayı tercih ettiğini yazıyor. Zaman zaman her iki akımın da sesini taşıyan şiirler yazmasına rağmen kimliğini “kendine ait olmakla” belirleyen bir şair olduğunu vurguluyor ve şöyle diyor: “Poetik olarak ‘Ne o ne öteki olmak!”
Hilmi Hoca’ya babamın şiirlerini yeniden yayımlama konusunda bizi yıllardır cesaretlendirdiği hatta yönlendirdiği için teşekkür etmek isterim yeri gelmişken. Onun manevi desteği olmasa gölgede kalmış şiirler gün yüzüne çıkamazdı. “Göçünce kim anar?” diyen o şaire ölümünden 37 yıl sonra ağzımızı doldura doldura “biiiiz” diye bağıramazdık. Edebiyat deresinin kıyısında oturan herhangi bir şiir severe ulaştıysa o akıntıya kapılıp giden şişedeki unutulmuş dizelerden biri, bu hayatın sürüp gittiğinin, yazılan tek bir satırın bile kaybolmayacağının, kanatlarımızı çırpmayı sürdürdüğümüzün kanıtı değil mi? Sırf bu yüzden bile geçmişteki değerlere sahip çıkmamız gerekmez mi? Hayat devam ediyor, edebiyat yaşıyor demek için…
Bu yazı Milliyet Sanat dergisinin mayıs sayısından alıntılanmıştır. Tamamını dergide okuyabilirsiniz.
Bir yanıt bırakın